Wikileaks, ABD güdümlü medya, “iliştirilmiş” (embedded) gazeteciler derken yavaş yavaş kafayı oynatmaya başlıyorum galiba

Wikileaks, ABD güdümlü medya, “iliştirilmiş” (embedded) gazeteciler derken yavaş yavaş kafayı oynatmaya başlıyorum galiba.

Yeni Wikieaks skandallarını nasıl bekliyor acaba bu “Amerikan dostu” arkadaşlar, diye düşünüyorum.

Kendimi onların yerine koymaya çalışıyorum: Sıkılmaz, utanmazlar mı çıkarsa foyaları? Yoksa rezervlerinde daha epeyce pişkinlik mevcut mudur?..

“Sayın Büyükelçim, şunları da Washington’a bildirmekte yarar var” gibisinden tumturaklı bir istihbarat çakıvermek iyiydi herhalde, elde viski, “nezih” bir sohbet ortamında…

Ah, şu Julian!.. Seni ırz düşmanı, tecavüzcü! Seni huzur bozucu!..

Sahi, denildiği gibi ABD bu “gazeteciler”e oluk oluk para akıttı mı dersiniz?

Bu işler nasıl oluyor acaba?

Adamın cebine mi “iliştirirler” parayı? (Israra kaçmadan numaracıktan “istemem” gibi bir hareket mi yaparlar bizimkiler o sırada? Ya da “Ne gerek vardı canım; taş attık da kolumuz mu yoruldu?” gibisinden yapmacık-mütevazı birkaç cümle mi sarf ederler mesela?) Yoksa Amerikalılar böyle yüzgöz olmadan hemen adamın banka hesabını mı isterler? Ya da “hediye” mi yaparlar? Mesela, okyanus ötesinde bir yalı falan?

Bilen varsa bir anlatsa ya şu işleri! “Yararlanılmak”, “iliştirilmek” nasıl oluyor?

Ya daha fazlası? Yani “casusluk”? (Yazının tam burasına esrarengiz bir müzik iliştirmek isterdim.)

Galiba, benim bu konularda yazdıklarımın ve yazabileceklerimin çok çocuksu kalacağını hemen itiraf etmeliyim.

*      *      *

Aslında özellikle casusluk konusu bir ara epey ilgimi çekiyordu. En çok da James Bond filmlerine meraklı olduğum dönemlerde.

Bazı Rusların benim Türk ajanı, bazı Türklerin ise Rus ajanı olabileceğim yolunda kuşku duyduklarını hissettiğimde bu ilgim arttı.

Öyle kimseye KGB, MİT veya CIA mensubu olmadığım yolunda yemin billah açıklamalar yapmaya girişmedim.

Tersine, “bu işin tadını çıkarma” fikri bana daha keyifli göründü.

Bir kere casusluğun akıl, cesaret, soğukkanlılık ve iyi hafıza gibi özellikler gerektirdiğini biliyordum. Buna “genel kültür” ve yabancı dil bilgisini de ekleyebiliriz.

Hayatının yarısından çoğunu yurtdışında geçirmiş, ama kendi dilini “hmm, well” gibi girişlere ihtiyaç duymadan, aksansız konuşan biriyim. Dahası Rusya’da kaldığım yıllarda TV kanalları ve basın sayesinde eski siyasetçilerden yeni şarkı ve dizilere kadar Türkiye’yi dikkatle izlemiştim.

Bir taraftan da Rusya’yı, dilini, kültürünü, votka içiş stilini falan iyi bilen biriydim. Hatta Çeçen savaşıyla birlikte Moskova’da esmerler popülarite kaybederken fiziksel olarak da Türkler’den çok Ruslar’a benzediğimi duymaktan hoşlanmaya başlamıştım.

Eh, laf aramızda, para sıkıntısı çektiğim bazı dönemlerde casusluğun bir ek gelir kaynağı olabileceğini düşündüğüm de olmadı değil.

*      *      *

Aslında bunca özelliğe sahip olduğum halde, kimsenin bana casusluk teklif etmemiş olmasından dolayı, gizlice yaşadığım bir kırgınlığım vardı. (Bazen acaba üstü örtülü teklif aldım da anlamadım mı, diye geçmişi kurcaladığım oluyordu.)

Zaman zaman yarama dokunan “Senden iyi casus olurdu” türü şakalarla karşılaşınca önce değerimin anlaşılmasına seviniyor, sonra da tersini düşünerek üzülüyordum.

Bir keresinde üst düzey bir bürokratla içki içerken kendimi tutamayıp ona konuyu açtım. İçkisinden bir yudum daha aldıktan sonra beni kahreden cevabı verdi:

- Vallahi yardım etmek isterdim, ama yaşın geçmiş!..

*      *      *

Birkaç yıl önce, tam da içimdeki ukteyi derinlere itip bundan böyle asla casusluk filmi izlememe yemini ediyordum ki, bir gazetede belki de hayatımın akışını değiştirebilecek o habere rastlamıştım:

Haberalma bünyesindeki “Open Source Officer” (Açık Kaynak Görevlisi) kadrosuna Türkçe bilen eleman almaya karar veren CIA, Türk basınında “açık istihbarat” niteliği taşıyan haberleri izlemek üzere Türk casus adayı arıyordu. Adaylardan yazılı metinleri çözümleme yeteneği, internet deneyimi ve yüksek öğrenim diploması gibi nitelikler talep ediliyordu.

Bu işin benim için biçilmiş kaftan ve aynı zamanda kader istasyonumdan kaçmak üzere olan son trenin son vagonu anlamına geldiğini derhal anlamıştım. Üstelik onlara tam da aynı işi Türkiye’nin dışında Rusya’da da yapabileceğimi, dahası biraz bön bulduğum Amerikan ajanlarından çok daha akıllı bir çizgi izleyeceğimi içeren fiyakalı bir başvuru metni hazırlamıştım.

Ama tecrübeli bir tanıdığım, ABD’yi eleştirdiğim bir yığın yazımın bu işe alınmama engel olacağını söyleyerek moralimi ve planlarımı bozmuştu.

Ben de Amerikan, Türk ve Rus haberalma kurumlarının bir gün ne kadar büyük bir fırsat kaçırdıklarını anlayıp dövüneceklerini hayal ederek bir umudumun daha perdesini kapatmaya karar vermiştim.

Şimdi şu Wikileaks, ABD güdümlü medya, “iliştirilmiş” gazeteciler derken, yaralarım depreşti biraz. Hoşgörün artık siz de…

 

Trenin dışı ve içi

Tren... Gece... Kalabalık bir vagon... Yalnız bir kompartıman...

Daracık koridorda votka kokulu gürültü... Yan bölmedeki kadınların koridora taşan kışkırtıcı kahkahaları…

Karşımda boş bir yatak. Düşlenecek bir yol arkadaşından mahrum kaldığıma mı üzülsem? Yoksa huzur kaçıracak bir komşudan özgür olduğuma mı sevinsem?

Uzaktan bana yalnızca kendi aksimi öneren pencerenin kirli camına sokularak trenin bir bıçak yarası gibi bağrını deldiği doğanın sessiz kıpırtılarına uzanıyorum.

Pencerenin dışındaki kar, şehirdeki gibi kirli ve eğreti durmuyor. Donmuş nehirlerin kenarında gizlendiğini umduğum su birikintileri arıyorum. Mevsime göre yaprak döken ağaçlardan ziyade, zamana meydan okuyan çamların heybetinden keyifleniyorum. Büyük şehirlerde etlerini yerken bile varlıklarını hatırlamadığım inekleri gördüğümde, nedenini bilmediğim bir sıcaklık sarıyor beni.

Trenin içi de çok sıcak. Pencere kilitlenmiş, üzerine de “Açmak yasaktır” yazılmış. Neden insanları suça tahrik ederler hep? Yan taraftan yükselen kahkahalar da cabası. Galiba pek genç değilller. Erkeklere meydan okumayı ve onların zaaflarından yararlanmayı iyi bilen kahkahalar bunlar… 

Pencerenin dışındaki ahşap evler, tüm yakınlığına karşın içine girilmesi imkânsız narin bir tabloya benziyor. Bazılarının güzellikleri donuk; belki yalnızca yazları hatırlanıyorlar. Bazılarının tepesinden yoksul dumanlar çıkıyor; demek ki içinde acılar, umutlar, özlemler yaşıyor.  

İşte paltosunun ve şapkasının içinde kaybolmuş bir çocuk fırlıyor evden. Bakışımı peşine takıp koşuyor, beni başka insanlarla tanıştırmak ister gibi... Sonra uzun bir kar şeridi dolduruyor penceremi... Ardından yeni bir köyün gizemli görüntüsü…

Pencerenin dışındaki insanların, benim düşünce ve hislerime aldırmadan, sanki bambaşka bir boyutta yaşamaları ne garip! Acaba onlar mı daha mutlu, ben mi? Köpeğine talim yaptıran şu orta yaşlı köylü de benim gibi 30 yıl siyasetle ilgilendi mi? Şiir yazar, günce tutar mı acaba? En son ne zaman kitap okudu? Benim telaffuz ettiğim bazı felsefi kavramları o hiç kullanmamış olabilir; ama belki daha sağlam bir hayat felsefesi vardır.

Yoksul köylerin bilgeliğinde, telefonsuz, bilgisayarsız ve sıcak susuz geçen yıllar çok mu büyük eksikler yarattı? Aşklar daha mı tekdüze yaşanıyor buralarda? Kent kültürünün önümüze yığdığı ayrıntılar, köylülerin cinselliklerine tepeden bakma hakkı veriyor mu bize? Sahi, köyde ihanetler daha mı azdır acaba? Ağaç türlerini iyi bildiklerinden ve zehirsiz mantarları bir bakışta seçtiklerinden kuşkum yok. Ama ya insanları, onları kim daha iyi tanıyor?

Pencerenin dışındaki köylerin çekiciliğini zaman zaman sıkıcı kentler bölüyor.

Benim yumuşak kulaçlarla ilerleyen duygularımı bölen ise tuz isteme bahanesiyle kapımı açan kadının davetkâr bakışı. Bu bakış, az önceki kahkaha izleriyle uyuşuyor. Çıkışta kapıyı aralık bırakıyor... 

Gözlerim hâlâ pencerenin dışında, ama kulaklarım artık koridor tutsaklığına sırnaşıyor... 

Bir kez daha not defterime dönerek sakin köylerin ve çılgın isteklerin arasında kalem oynatmaya çalışıyorum...